BİLİMSEL TİYATRO ATÖLYESİ
ÇOCUK TİYATROSU MANİFESTOSU
1. BÖLÜM
Türkiye’de bilinçli çocuk tiyatrosu, yani çocuğa bir şeyler gösterip, ne olursa olsun onu güldürmeyi amaçlamış, bir iki kaba öğüt ve ibret vermek dışında estetik hiçbir kaygı taşımayan, eğitimini onu(çocuğu) rahatsız etmeden ve ahmak yerine koymandan yapan çocuk tiyatrosu ne yazık ki yapılamıyor; hem de çocuk geleceğimizdir gibi bir sürü laf edilmesine karşın. Devlet Tiyatrosu’nun sadece çocuk oyuna yapma adına büyük, renkli ve teknik olarak son derece ışıltılı oyunların pedagojik formasyonunu belirleyen kimdir? Eğer bu kurul bu işi ciddiye aldığını iddia ediyorsa, aynı oyuna hem anaokullarının 4-5 yaşındaki bebelerini hem ortaokulun son sınıfındaki çocukları nasıl organize eder? Hem ortalıkta kaliteli çocuk oyunu yok derken, hem de devletin tiyatrosunun bu tuhaf ilgisizliğinin yanı sıra, ödenekli tiyatroların Kültür Bakanlığı’ndan ya da sponsorluk aldığı kurum ya da girişimlerden kaynağını kaybetmek korkusuyla yapılan çocuk oyunundan ancak bu kadar sonuç alınır. Kimsenin bu gidişe dur dememesi ya da şaşırmamamsı bu kadar basit açıklanır bizce. Biz bu yangın yerinde (belki de biraz öfkemizden ötürü) çocuğun fark edilmesi gerektiğinin iddia ederek işe başladık. “Seyirci çocuğun” alacağı haz, oyuncu(nun) da o hazzı tanımasıyla ilgilidir düşüncesiyle, onların dünyalarına olabildiğine saygı göstererek ve en yüksek dikkatle çocuk oyunlarına yaklaştık.
Baktık ki birinin sadece mesaja ya da ibrete uygunluğu varken, sanat estetiği yok. Bir diğeri sanatsal olma kaygısıyla, çocuğun hiç bilmediği, bilse bile asla kullanamayacağı bir dil bilmecesi... Yok dedik, bu böyle olmayacak. Oturup, hem çağının hüzünlerini, hem çağının sevinçlerini yaşayan çocuklarla bir araya gelmekten başka çare yok: Kurslar açtık, onlara temel tiyatro bilgilerini aktarırken, onları can kulağıyla dinledik. Ne istiyorlar? Nedir onların sanat dediği? Sonra BTA’nın tiyatro savaşçıları kafa kafa verdik ve başladık yazmaya:
1. Çocuk oyunlarında, çocuk oyuncu kullanılmalıdır.
Bir yetişkinin yaş sorununu ortadan kaldırmak ve uzayın her hangi bir yerinden hissini vermek için tuhaf ve anlamsız makyaj yapması ya da acayip giysiler giymesi, onun çocuğun dünyasına girmesine yetmiyor. En başta çocuk seyirce ona inanmıyor bizce. İnanmadığı oyuncuyla da yakınlık kuramıyor. Bir çocuğun dikkat süresini de göz önünde tutarak; onu sahneye bir tek, onun gibi birilerinin, onu ilgilendirme ihtimali olan bir konuyu, çağdaş tiyatro tekniklerini de kullanarak taşıdığımız da amaca ulaşılmış olunur diyoruz. Bu yüzden onları dinlemekten yanayız ve çocuk oyunlarını çocukların dillendirmesi gerektiğini savunuyoruz. Bu yüzden onları dinlemekten yanayız ve çocuk oyunlarını çocukların dillendirmesi gerektiğini savunuyoruz. Yetişkin, o oyundaki çocuk dünyasının doğruluğunu ya da haklılığını onaylamak için ve asla öne çıkarılmadan kullanılabilir, ancak sahne çocukların olmalıdır.
2. Çocuklar, hep kötülükten, çirkinlikten ve yanlışlardan uzak tutulmaya çalışılır. Amaç korumaktır onları. Bu sahne sanatlarında daha da belirgin gösterilir ki, onu izleyen çocuk ders alsın ve öyle yapmasın. Oysa atlanan çok önemli bir nokta var ki biz bunun çocukta ciddi güven sorunları yaratacağını düşünüyoruz. Çocuk, bir saatlik bir çocukluk oyununda kavganın ya da savaşın kötü bir şey olduğunu gördü. Ya da kaz annenin zaferine çılgınca alkış yaptı çocuklar. (oyunun başında hepsi bu zaferi bildiği halde, bu coşkuya anlamakta da güçlük çekiyoruz ya?) Oyun bitti, dışarı è yani yaşadıkları dünyaya çıktılar. Televizyondaki kanlı filmlere ya da sonu gelmez yarışma programlarındaki magazin soruları yanıtlayıp, milyarlarca parayı almak için ter döken zavallılara... Yere tüküren amcalar gördüler, kurallara uymayan servis şoförleri. Tehdit eden müdürler, dayakçı öğretmenler ve daha bir sürü “yaşamsal şey”... Şimdi soruyoruz: Çocuğu bir saat tiyatro salonunda “aman süt için, çok yararlıdır” ya da “savaş kötüdür” dedikten sonra, onları bu “yaşamın” içine çıkartırsak, suç kimindir? Ya da tiyatro amacına ulaşmış mıdır?.. Bizce hayır. Peki ne yapmalı? Çok basit bir önerimiz var: Çocuklara doğruyu söyleyelim. En azından onları “çirkin yaşantıdan” koparmadan, bu çirkinliği gidermenin yollarını hatırlatan ya da yön veren oyunlar yapalım. Hayatı karşılayan, duruşu hayata dönük ve gerekirse acı... Yani inanmıyoruz ki, hiçbir çocuk, “ben sadece gülüp, eğlenmek istiyorum. Bunun için bana yalan söyleseniz de olur” desin. Biz, onların masumiyetlerinin ancak onlara dürüst oyunlar sunarak korunacağına inanıyoruz. Dürüst ve umutlu... Onların bu umudu taşıdıkları ve onları hayata doğru hazırlayan oyunlar yani yarın sahip olacaklarına, bugün yaptıklarının neden olduğunu bildiren oyunlar. Bu yüzden biz diyoruz ki; “ÇOCUK TRAGEDYASI” diye bir şey vardır ve bu hiç de sanıldığı gibi acı verici bir şey değildir. Ya da şöyle diyelim: En çok hayat kadar acı verir.
3. Brecht’in bir sözü var: Bir oyuncu eğlenirken öğretemiyor, ya da öğrenirken eğlendiremiyorsa o oyuncunun sahnede yeri yoktur. Elbette ki eğitici özellik bizim içinde temel taşlardan biridir tiyatro anlayışımızda. Ancak bunun çocuğa kusma hissi vermeden de yapılabileceğini düşünüyoruz. Bir çocuk öğrenmekten hoşlanır ancak öğretilmekten hoşlanmaz. Bu düşünceden hareketle onun öğreneceği şeyi, ona bırakmanın en doğrusu olduğu kanaatindeyiz. Şöyle açıklayalım: Türkiye’de çocuk kimliği ya da çocuk özgürlüğü kavramları tanınmayan kavramlardı ve “çocuk”la başlayan her konu, gölgesinde edilgenlik taşır. Bu, büyüklerin onlar adına kara vermesi ya da söz hakkının mahrumiyeti; yetişkinliğe giden çocukta uyum sorunları yarattığı gibi çağına müdahale etme hakkı, becerisi ya da sorumluluğunu da ertelemesine neden olur. Oysa ki hani çocuklar geleceğimizdi? Böylesi kişisel beceriksizliklerle dolu insanlar mı geleceğimizi belirleyecek? Ya da bu sosyal fobi geleceğimizi nereler sürükler? Öyleyse önerimiz şudur: Dünya mirasına sahip çıkmanın oldukça zaman alıcı ve zor olduğu sanal ortamda, onlara kitapların büyülü dünyasını anlatıp, sabırla asla vazgeçmeden o dünyaya yolculuklar düzenlemeliyiz.. Dediğimiz: Pollyanna saflığında bir kitap okuma değildir. Dünyaya malolmuş klasiklere kadar bir yandan okuyup, bir yandan oynamak... Evet, oynamak örneğin Behrengi’yi oynamak; yanı sıra Jonhatan Swifti’i; sonra yeni yazarlarla tanıştırmak çocukları: Buzzati’yle, Voineşti’yle, Marcél Ayme’yle... İşte bu yüzden diyoruz ki: Dünya mirasına sahip çıkmak bireyden başlayan bir inanıştır ve evrenseli yakalamanın tek yoludur. Telefonu kim bulmuş, il uzaya çıkan inananın adı nedir, bunca anlamsız savaşın nedeni nedir yada neden hâlâ veremden ölüyoruz?.. evrensellik dediğimiz dünya insanı olmaktan başka ne ki? Sınavda çocuğa sordum: “Ampulü kim bulmuştur?” Çocuk çok emin: “Ericsson” dedi. Kıpkırmızı oldum (8.sınıf öğrencisiydi). Aynı dönem Edison’u yazmaya karar verdik ve eminiz ki tiyatronun yardımıyla birçok çocuk Edison’u tanıyacak.
4. Evrensele götürmeyi hedeflediğimiz çocukları bütün tuzaklardan korumak gibi bir derdimiz olamaz. Buna gücümüz yetmez çünkü. Ama bir çocuğa bir yaşam formu, bir bakış açısı vermek ana ilkelerimizden biridir. Anlatmak istediğimiz şey; ulusal kültürünün, asık yüzlü tarih kitaplarının anlattıklarından farklı şeyler olabileceği konusunda onlara fikir verebilmek. Niğbolu Savaşı’nda Osmanlı ordusunu n kaç askerle, kaç kılıç ve kaç atla “çocuklar gibi şen” savaştığını mı anlatmalıyız onlara ulusal kültür adıyla? Ya da ******’e yapılan suikastı, sadece “şükürler olsun, saati onu kurtardı” diyerek kesip bırakmalı mıyız? Nedenler ve nasıllar hiç mi önemli değil? Sınıfta sordum: “Şahmaran diye bir şey duyan var mı?”. Yok. Oysa ki tarihin en güzel aşk ve ihanet öyküsüdür Şahmaran. Düşünsenize, bir çocuğu karşınıza alıp arkadaşlığı, erdemi, yalansızlığı ve ihaneti kaç dakikada anlatabilirsiniz? Çocuk bu kuru bilgileri almak için ne kadar çaba gösteriri? Oysa ki Şahmaran gibi Köroğlu gibi Mevlâna gibi özbe öz ulusal kültürümüzü yansıtan öyküleri ve kişileri sahneye taşıdığımızda bunun etkisi nasıl olur? Yani diyoruz ki; ulusal kültürünü tanımayan çocuk evrensel kültürü de tanıyamaz.
5. Bir diğer savımız, çocuklardaki deneme içgüdüsünü, iyi bir motivasyonla cesaret dönüştürmenin tiyatro aracılığıyla yapılabileceğidir. Bir çocuğa, yapma şansı sunulmadan onun ne yapabileceğini bilebilir misiniz? Ona güvenmeden, ondan ortaklık umabilir misiniz? Bizce, hayır. Öyleyse ona önce anlayabileceği temel bilgileri vermek sonra da birlikte başarabileceğinize dair yüreklendirmeyle; hatadan korkmayan, cesur bireyler olarak, girişimleri birlikte yerle bir edebilirsiniz. Gılgamış erotik figürler taşıyan, oldukça ağır, tanrılara kafa tutan bir insanın öyküsüdür. Çocuk ne anlar bunlardan, değil mi? Evet, ona 1942’de basılmış kitabı oku dersen anlamaz tabi. Ama içerdiği erotizmi düzenleyip, arka fondaki dostluğu öne çıkarırsan, bal gibi de anlar ve bir daha hiç unutmaz. Aynı mantıkla bir Brecht’i, bir Kurtuluş Savaşı’nın gerçek acılarını, bir Nazi Almanyası’nın ırkçılığını; ne bileyim bir Çetin Öner’in o inanılmaz öfkeli Gülibik’ini unutulmaz yapabilirsiniz. Yani dediğimiz şu: Deneysel cesaretini kullanmalıyız çocuğun. Bu, hem bize iyi bir ders hem onlara unutulmaz bir öğreti olur. Biz yetişkinlere düşen, sahnenin teknik desteklerle biraz daha estetize edilmesi, o kadar...
6. Bütün çocuklar öne çıkmak, övülmek, beğenilmek ister (Biz istemez miyiz?). Sonra da toplumsal ilişkilerde başarılı olmak, öncü olmak gibi toplum yasalarıyla uğraşırız. Buraya kadar her şey yolunda... Oysaki bireysel çıkışların ciddi psikolojik yaralanmalara yol açtığını hepimiz biliyoruz. Eğer bir öncü kimliğinin kanını, toplumsal bir damardan beslemiyorsa yani dayanışmanın trampleninden sıçrama alamıyorsa, çakılacaktır. Bu çok ciddi bir konudur. Çocuk, dünyanın en çabuk uyum sağlayan canlısıdır. Yeter ki ona seslenen bir ses yakalasın. Ve o noktada, o sese karışıp gitmeye hazırdır. Bizim görevimiz o sese yakın sesler üretip çocuğu kendi kişisel becerileri içinde, aynı zamanda dayanışmanın önemini hisseden, sorumlu ve sahip çıkan bir dünya insanına dönüştürme çabası olmalıdır. Bu kolay bir iş değildir elbette. Ancak tiyatro gibi kökünü tarihlerden alan ve birçok insanı içeren bir işte şansımız daha yüksektir. Diyoruz ki; yıldız oyuncu çocuk oyunlarının ruhuna ters düşer. Bu yapı daha çok ilkel ritüellerin “kahramansızlığını” kaldırabilir. Çünkü, “ortak ülkü” bireysel başarının önündedir. Çünkü zafer, ancak birlikte, el ele verilerek kazanılacaktır. Bu yüzden dayanışma duygusu ve takım ruhunun önemi, yıldızlaşan oyuncudan çok daha fazla katkı sağlar.
7. tüm bu özelliklerden sonra, bu denli önemli bir konunun (Çocuk Tiyatrosu’nun) kesinlikle ülkeye yayılmış, denetim mekanizmasının son derece gelişmiş, uzaman sayısının mekan sayısıyla dengelendiği, ciddi ve önemsenen bir büyük organizasyona, bir büyük örgüte ihtiyacı vardır. Bu örgütlenme geleceğimizi belirleyen bir kimlik demektir. Ülkenin en büyük örgütlenme ağı devlet mekanizması olduğuna göre, bu işin yaygınlaştırılması da devlete düşer diye düşünüyoruz. Devlet bu işin önemini ve gücünü kavradığında sanırım ki eğitim kurumlarının bir değişmezi olarak zorunlu eğitim kapsamına alınacaktır çocuk tiyatrosu. Bu kapsam sadece uygulama (yani gösterim) olarak düşülmemelidir elbette. Bu gösterimin sağlığı, onun öncesindeki tüm ayrıntıların, konu uzamanı kişiler tarafından incelenmesi, öğrenilmesi ve öğretilmesiyle ilgilidir. Yani başlı başına bir eğitim uzmanlığıdır. Bu anlayış, çağa uygunluktan, araştırma kültürünün etkisine kadar sunduğu özgürlük duygusundan değişen haz anlayışına kadar her şeyin hesaplandığı, bilimsel bir atölye çalışması gerektirir ki, Bilimsel Tiyatro Atölyesi’nin en önemli savı olarak sunulmaktadır. Çünkü biz diyoruz ki; çocukta ahmaklık duygusu uyandıran oyunlarınız, sizin basiretsizliğinizi gösterir. Bu, asla çocuğun istediği değildir. Çocuk tahmin edemeyeceğimiz kadar derin ve korkunç bir öğrenme açlığıyla yüklüdür. O yola girmeden önce bir kere değil, yüz kere düşünmek gerek... BTA böyle der.